6 Şubat 2012 Pazartesi

dün sıkıyönetim, bugün idam

antalya’nın kumluca ilçesinde düzenlenen bir kültürel etkinlikte konuşan prof. dr. mümtaz’er türköne’nin darbeciler için idam cezasının geri getirilmesini savunan düşünceleri tartışma yaratmıştı. hızını alamayan türköne “bana sorarsanız, ben onlar için idam yerine eskiden olduğu gibi yağlı kazıklara oturtularak cezalandırılması taraftarıyım. bizler, darbecileri cezalandıralım ki bir daha başkası darbe yapmaya yeltenmesin,” diyerek demokratik rejimi koruma noktasındaki kararlılığını ortaya koymuştu.

demokratik bir rejimi korumanın yegane yolunu idam cezasını geri getirmekte bulmanın ne kadar demokratik olduğu tartışma konusu. ancak bu tartışmanın ötesinde, askeri darbelere karşı çıkanın türköne olması da başlı başına ilginç.

mümtaz’er türköne’nin bu önerisinden sonra, kendisinin azerbaycan’da düzenlenen bir darbe girişiminin içinde yer aldığına ilişkin haberler gündeme geldi. aynı zamanda tansu çiller’in danışmanlığını yaptığı dönemlerde bugün aydınlatılmasını istediği derin devlet yapılanmalarının üstünü nasıl da örtmeye çalıştığı, mimarı olduğu o veciz ifadeyle, “bu devlet için kurşun atan da, kurşun yiyen de şereflidir” sözleriyle bir kez daha hatırlandı.

bu satırlarda mümtaz’er türköne’nin bugün karşı çıktığı askeri darbelerle imtihanı üzerine kendi geçmişinden başka bir yazıyla hafızalarımızı tazeleyelim istiyoruz. bugün derin devlet yapılanmaları denince akla gelen olaylardan biri de maraş olaylarıdır. 22–25 aralık 1978 tarihleri arasında yaşanan maraş olayları, “güneş ne zaman doğacak” isimli milliyetçi filmin gösterildiği sinemanın bombalanmasının ardından iki solcu öğretmenin öldürülmesi ve bu öğretmenlerin cenazelerinin kaldırıldığı esnada camiden çıkan 10.000 kişilik grubun cenazeye katılanlara saldırması ile alev almıştı. daha sonrasında aynı grup, chp ve tip parti binalarına, disk ve töb-der şubelerine saldırmıştı. saldırılar, alevi yerleşim yerlerine doğru yayılmış ve üç günlük bilânçonun sonucu 111 ölü ve 1000’den fazla yaralı olmuştu.

maraş olaylarının ardından, türköne’nin “genç arkadaş” dergisinde kaleme aldığı yazı ise bugünkü konumu düşünüldüğünde ibretliktir. 12 şubat 1979’da yayınlanan yazının başlığı şöyledir: “sıkıyönetim vurguncu düzenin koltuk değneği değil, milli bağımsızlığın koruyucusudur.” yazının başlığı tek başına türköne’nin temel argümanlarını anlatmak için yeterli aslında. türköne’ye göre, maraş olaylarından sonra düzeni, ama daha genel anlamda milli bağımsızlığı sağlamanın yolu, askeri bir sıkıyönetim rejiminden geçiyordu. e, nerede peki korumaya çalıştığımız demokratik rejim? bizce mümtaz’er türköne’ye otuz yıl önce yazdığı yazıyı bir kez daha okutalım. kendi cezasını kendi hukukuna göre kendisi versin.

pamukova tren kazası

mesela, yirmi iki temmuz iki bin dört'te pamukova'da bir tren kazası olmuştu, hatırlar mısınız? hepimiz unutmuşuz, değil mi? eski ve eksik altyapı üzerine yeni teknolojinin bindirilmesi sonucu oluşan bu kazada, kırk bir tren yolcusu hayatını kaybetmişti. bin bir sorumlusu olan bu katliam, makinistlerin üzerine yıkıldı. sekizde üç kusurlu bulunan baş makinist ve sekizde bir kusurlu bulunan ikinci makinist tutukluluk cezalarını çekip çıktılar. sekizde dört kusurlu bulunan "demiryolu"nun tam olarak ne olduğuysa hiç anlaşılmadı. insan mı, ray mı, kurum mu, tren mi? yani, suçun yarısının sahibi kayıp. bugün pamukova kazasını hatırlamamıza vesile olan olaysa vahim: dava, ocak ayı sonunda zaman aşımına uğradı. yedi şubat iki bin on iki'de görülecek davada, sanık avukatları davanın düşmesini talep edecekler. haydi, hepimize geçmiş olsun!

yüzyılın mucizesi hızlandırılmış trenle çağ atlayan memleketimizde, kırk bir insan ölmüş, çok mu!

nuh nebi'den kalma raylar üzerine kondurulmuş hızlı trenler, viyadükler, alt geçitler, üst geçitler, yarıklı yollar, tüneller, çöken karadeniz sahil yolları, bizans sarayları üzerine yapılan oteller, dolmabahçe'nin duvarlarını çatlatan oteller revaymış bize.

3 Şubat 2012 Cuma

üstelik

üstelik, zihnimizde yer yoktur her şeye! dünya'nın güneş'in çevresinde döndüğünü hatırlamamayı seçen sherlock holmes'un da (şimdilik ingilizce) dediği gibi: "you see, ... i consider that a man's brain originally is like a little empty attic, and you have to stock it with such furniture as you choose. a fool takes in all the lumber of every sort that he comes across, so that the knowledge which might be useful to him gets crowded out, or at best is jumbled up with a lot of other things so that he has a difficulty in laying his hands upon it. now the skilful workman is very careful indeed as to what he takes into his brain-attic. he will have nothing but the tools which may help him in doing his work, but of these he has a large assortment, and all in the most perfect order. it is a mistake to think that that little room has elastic walls and can distend to any extent. depend upon it there comes a time when for every addition of knowledge you forget something that you knew before. it is of the highest importance, therefore, not to have useless facts elbowing out the useful ones."

derler ki

derler ki çelişkiler, karşıtlıklar birlikte var olurmuş. doğrunun olduğu yerde yanlış da varmış. ak, karasız olmazmış. o zaman, hafıza (ya da bellek, hangisi gidiyorsa hoşunuza), yalnızca hatırladıklarımızın değil, unuttuklarımızın da deposudur. kişisel ve kolektif depolarımızda biriken yalnızca hatırlamalar değil, unutmalardır da.

ışık hızıyla değişen gündem karşısında, neleri hatırlayıp neleri unutacağımızın dayatıldığı bir sistemde, hatırlananlarla ve unutulanlarla toplumsal hafızamızı yaban ellerin şekillendirmesinden bıktığımızı ilan ederiz! bu işe el atmaya karar verdik! hatırlanmaya değer olanları ve olmayanları artık kendimiz seçeceğiz! ey ahali, duyduk duymadık demeyin, unutmak istemediklerimizi hafızalarımız yetmezse, defterlerimizde, bloglarımızda depoluyoruz! unutmak istediklerimizi de atıyoruz gitsin! vicdan meselesidir bu bizim için!

unutmayacağız (ya da hatırlamayacağız) arkadaşım! zorla mı!